A love ‘n hate story


ABD’ye mahkum kalmak

Türkive-ABD ilişkileri üzerine 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana sayısız yazı yazıldı, sayısız yorum yapıldı. Bugün de Türkiye’de hemen herkesin üzerine şöyle ya da böyle yorum yapabileceği bir meseledir ABD-Türkiye ilişkileri. lginç olan, herhangi bir kahve hanede, kantinde, otobüste, vs. sikça karşılaştığımız yorumlarla televizyonlarda her gün vaktimizi yiyen kelli felli uluslararası ilişkiler hocalarının, strateji uzmanlarının yorumları arasında ne entelektüel düzey ve derinlik ne de içerdikleri yaratıcı zeka anlamında önemli bir fark bulunmaması. “Sokaktaki vatandaş”ın da, “stratejik analiz” (ne demekse!) uzmanlarının da yorumları ABD’nin gücünün tasviri üzerine inşa ediliyor ve temelde o güce yamanıp ABD’nin “stratejik” ortağı olmanın gereği ve önemi ile bu süper güç karşısında, tabi ilişkilerimizi asgari düzeyde koruyarak, daha bağımsızlıkçı ve onurlu bir dış politika izlenmesi gereği arasında salınıyor. lginçtir, 60 yl öncesinde de aşağı yukarı bu hatta tarif ediliyordu pozisyonlar.

“Hür Dünya’ nın uç beyliği olarak Türkiye

Türkiye ‘de düzenin ve onun temsilcilerinin her şeyden çok anti komünizmle, komünist tehdit karşısında duydukları muazzam korkuyla tanımlanabileceklerini söylemek fazla cüretkar bir önerme mi olur? Sanırım olmaz. Ekim Devrimi‘nin hemen arkasından, onun güçlü ve karmaşık etkilerinin gölgesinde gerçekleştirilmiş bir burjuva devriminin önderleri açısından, komünizm korkusu anlaşılır bir şey. Dünya tarihinde yepyeni bir sayfanın açıldığı, yeni bir dönemin başladığı bir zamanda gecikmiş bir burjuva devriminin önder kadrosu gecikmişliğin yarattığı kuramsal, ideolojik ve fiili sıkışmalar ve yeni doğan devrimin muazzam etkisi ile aynı tarihsel momentte yüzleşti ve bu yüzleşme, üzerine bolca yazılıp çizilen kemalizmin belki bir ideoloji olarak değil ama bir siyaset anlayışı ve kültürü olarak oluşumunu tetikledi. Amacımız bir kemalizm analizi yapmak değil fakat Kurtuluş Savaşı ve sonrasında genç cumhuriyetin önderlerinin kendilerine yönelen tehdidin ana öznesi olarak bizzat savaştıkları Batılı ülkeleri değil de savaş boyunca kendilerine yardım eden, Rus Çarlığı tarafindan alınan topraklar pazarlıksz iade eden ve savaş sonrasında kurulan cumhuriyete uluslararası arenada dostluk elini uzatan Soyetler Birliği’ni görmeleri önemlidir. Hep söylenir, dönemin Türkiyesi’nde burjuva aklı ve bilinci burjuvazinin nesnel varlığının ötesinde bir geliş kinliğe sahiptir. Genç cumhuriyetin Sovyetler Birliği’ni, gördüğü karşılıksız yardım ve dostluğa rağmen, kendine yönelik bir tehdit olarak algılamasının temelinde de 150 yl deneyim biriktirmiş, ilerici heyecan ve coşkusunu tedrici ve muhafazakar bir korunmacılığa ve tabi ki korkuya teslim etmiş burjuva aklı ve sınıf bilinci vardır. 2. Dünya Savaşı Türk egemenlerinin zaten varolan komünizm korkusunu artırdı. Savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin kazandığı muazzam prestij ve etki gücü, sosyalizmin Avrupa coğrafyasına yayılması, hem Sovyetler Birliği ile hem de Bulgaristan üzerinden sosyalist Doğu Avrupa ile sınır komşusu olan Türkiye‘nin dış politikasının uzun yıllar ana belirleyeni olacak “Sovyet tehditi”‘nin nesnel zeminini oluşturdu. Türkiye-ABD ilişkilerinin anlaşılabilmesi Türkiye’de düzenin paranoya sınnına yaklaşan Sovyetler ve komünizm korkusu hesaba katılmadan mümkün değildir.

Türkiye savaş sonrası dönemde sosyalist çoğrafyanın ortasında “hür dünya’nan bir uç kalesi olarak Yunanistan’la birlikte, ABD’nin gõzünde önem kazandı. O meşhur jeo-stratejik önem Türkiye’ nin Balkanlar, Kafkaslar ve Ortodoğu’nun kesişiminde, kritik bir coğrafyanın tam ortasında konumlanmasının ötesinde Sovyetler’e komşu olmasından kaynaklanıyordu. Sosyalizmin yayılışı karşısında “hür” Avrupa’nın ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak güçlendirilmesini hedefleyen Marshall Planı ile Yunanistan ve Türkiye nin SSCB etkisindeki bir çoğrafyada ABD’nin önemli müttefikleri olarak güçlendirimesini savlayan Truman Doktrini, savaş sonrası Türkiye-ABD işkilerinin temel çerçevesini oluşturdu. ABD Türkiye’yi Sovyet tehdidinden koruyor, maddi yardımını ve manevi desteğini esirgemiyordu.

Kuşbakışı tarihçe

1950‘li yıllar Türkiye‘nin ABD’ye olan şükranını utançtan yüzlerimizi kızartacak bir köle ruhu ve yaranmacıkla gösterdiği yıllardı. NATO’ya girme hevesiyle Kore Savaşı‘na komünizme karşı savaşmaya gönderilen askerlerle başlayan 1950‘i yıllar Türkiye‘nin kraldan fazla kralcı olduğu, soğuk savaş anti-komünizninin en bayağı, en saldırgan, en çiğ formlarını hem iç hem de dış politikada şiar edindiği bir dönem oldu. Mahallenin abisine yalakalıkla yaranmaya çalışan tıfıl oğlan rolü dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Bandung Bağlantısızlar Konferansı’nda ABD övücülüğü yapmasında kristalize olur. Hiçbir blok içinde olmadan bağımsız bir dış politika ve ulusalcı-korumacı bir ekonomi yoluyla kalkınmaya çalışan bağlantısız ükelerin toplantısında yapılan bu konuşma müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benziyordu ve Türkiye’nin ulusal bağımsızlık savaşı vermiş bir ülke olarak kazandığı prestiji bozuk para gibi harcadı. 1960’lar Vietnam Savaşı ve 68 hareketinin de etkisiyle tüm dünyada Amerikan karşıtlığının (çoğu örnekte anti-emperyalizmin değil) yükseldiği yıllar oldu. Türkiye de istisna değildi. Özellikle 1960’ların ikinci yarısında sol hareket ABD emperyalizminin merkeze yerleştiği bir anti-emperyalist gelenek yarattı. 1964 tarihli meşhur Johnson mektubu Amerikan karşıtı bir tepkinin popülerleşmesi için zemin yarattı. Sol haraket de, özellikle 6.Filo karşıtı gösteriler sırasında, bu zemini kullandı (Ruhi Su’nun 6. Filo derler belki siz de gördünüz/ Kıbrıs‘ta karşımıza çıktılar durdurdular dizelerini hatırlıyalım). Anti-emperyalizm 1970‘lerde de sol hareketin şiarlarından biri olmanın ötesinde toplumsal etkiye sahip bir tema olmaya devam etti. Kibrıs harekatından sonra ABD’nin Türkiye’ye koyduğu, 1978‘e kadar süren silah ambargosu özel olarak ABD karşıtı bir toplumsal tepkiyi tetikledi. Türkiye’nin bağımsız bir ülke topraklarına askeri müdahalesinin içeri de anti-emperyalist bir tepkiye vesile olması da ironiktir. 1980’den sonra sol toplumsal muhalefetin bastırılması ve Anglo sakson neoliberalizminin etkisi sınırsız bir Amerikan hayranlığı yarattı. Özal‘ın siyasal programında (ve kişiliğinde) kristalize olan Amerikancılık kendini en temelde savaş sonrasının sosyal ve üretici devleti yerine ekonomik ve sosyal yükümlülüklerden sıyrlmış küçük ve etkin devlet, sanayi yerine finans merkezli bir ekonomi, memur zihniyeti yerine girişimcilik, kamunun hantal ve bürokratik işleyişi karşısında Özal‘ın dinamizmi, girişimcinin elini kolunu bağlayan sosyal haklar karşısında kar maksimizasyonunu sağlayacak esnek üretim türü yeni düzenlemeler gibi önermelerle kurdu. Fiiliyatta ise bir tür işini bilme, kolay yoldan köşe dönmecilik, sınırsız pragmatizm olarak, o dönemin çok kullanılan terimleriyle yağma, rüşvet ve talan olarak, tezahür etti.

Eskinin solcuları yeni dönemin en birinci Amerikancıları oldular, ABD’nin gücü, ilerlemeyi, zenginliği, köhneleşmiş eski fikirlere karşı yeni dünyaya uyumu temsil ettiği yıllar boyunca zihinlere kazındı. Yeni dünyaya, yeni şartlara uyum sağlamak öncelikle ABD ile iyi geçinmekle mümkündü. ABD hayranlığı ve yaranmacılık en temel siyasal belirlenim haline geldi, memleket Körfez Savaşı’nda ABD’nin sevgili müttefiki olmak uğruna savaşın eşiğine getirildi.

1950’li ve 1980‘li yıllarda zirve yapan ABD etikisi, farklı dönemlerde farklı formlara bürünse de Türkiye açısından her zaman temel belirleyen oldu. Kimi zaman daha usturuplu, kimi zaman daha pervasız Türkiye’nin egemenleri ABD’nin müttefiki olmak ve öyle kalmak için ne gerekiyorsa yaptılar. Tüm bu yıllar boyunca düzen siyasetinin istisnasız bütün ana figürleri itinayla itaat ettikleri ABD aleyhine bol bol konuştular, özellikle Johnson mektubu ve silah ambargosu düzenin tepkisini kimi zaman sertleşen bir dille ifade etmesine sebep oldu.

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!

Peki kendini ABD’ye bu kadar bağlı hisseden ve bu bağlılığı hiç sorgulamayan bir ülkede anti-Amerikancı bir söylemin sadece düzen muhaliflerini değil egemenleri de kapsayan popüleritesini nasıl açıklayacağız? Devletin bütün temel faaliyetlerinin ABD denetiminden geçtiği, MİT dahil bütün kritik devlet kurumlanının ABD’Ii “uzmanlarca” gözetlenip yönlendirildiği, askeri ya da sivil bütün iktidarların ABD’den icazet aldığı bir memlekette ağzını açanın ulusal egemenlikten, ulusal onurdan, bağımszlıktan söz etmesini nasıl anlamlandıracağız? Filen ABD toprağı olan, askeri ya da sivil en üst düzey TC otoritelerinin dahi adım atamadığı ABD üsleri barındıran, on yıllarca SSCB’yi gözetleyen radarlara, casus uçaklara, vs. ev sahipliği yapmış bir memleketin ordusunun, içine giremediği üslerin kullanımının her gün ayrı savaş sebebi yarattığı bir ortamda ülkenin bütünlüğü, güvenliği ve bağımsızlığı hakkında mangalda kül bırakmayışına ne diyeceğiz? 2. Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin ateşli bir ABD müttefiki, “hür” dünyanın cevval bir kalesi olarak öne çikarılmasının mimarı olan Inönü, Johnson mektubundan sonra, birçok solcuyu da heyecanlandıran “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” sözünü etmemiş midir? Eisenhower burslusu, Morrison Knudsen adlı Amerikan inşaat firmasının komisyoncusu, ABD‘nin has evladı Demirel, nam-ı diğer Morrison Süleyman, 1971 darbesinin ertesinde bir ABD komplosuna kurban gittiğini iddia etmemiş midir? Robert Kolejli, kendini marksist-devrimci sola karşı mücadeleye adamış, “hür” dünyaya ve ABD liderliğine sonuna kadar bağlı olan Ecevit “Türkiye’deki bütün askeri müdahaleler Amerika’nın onayı ve desteğiyle yapılmıştır” dememiş midir?

Bütün o ABD destekli darbeleri gerçekleştiren, 50’li yıllardan bu yana hem NATO hem de ikili ilişkiler yoluyla ABD’ye göbekten bağlı olan, tüm üst düzey komutanlrı ABD’de yetiştirilen TC ordusunun müstesna bir üyesi, 1990’ların MGK Genel Sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu “ABD’nin iç politikamızda oynadığı oyunları kimse inkara kalkışmamalıdır” diye yazmamış mıdır? ABD‘le bağlantısı ayan beyan ortada olan 80 darbesinin lideri Kenan Evren “ABD’nin bazı girişimleri oluyor, istekleri oluyor, bunları kabul ettikten sonra arkası geliyor. Parmağınızı veriyorsunuz kolunuzu 1 kurtaramyorsunuz. Çünkü ABD’ye çok bağımlı hale gelmişiz, hem ekonomik hem de siyasi olarak” diye konuşmamış mıdır? O halde bu memlekette kim ABD yandaşı, kim ABD karşıtıdır?

ABD uşağı egemenlerin iç siyasal dengeleri, kamuoyunun tepkisini, vs. düşünerek dönem dönem salt söylemsel bir anti-Amerikancılığa başvurdukları söylenebilir. Yani basitçe Türk kapitalizmi‘nin ABD’ye her yönden bağımlı bir varoluşa sahipken söylemini ulusal bağımsızlık temelinde kurması ikiyüzlülüktür, sahtekarlıktır. Bu, doğru yanlar barındırmakla birlikte yüzeysel bir açıklama olurdu. Doğrudur, Türkiye’de kendini siyasal olarak sıkışmış hisseden düzen içi özneler, Özellikle muhalefette oldukları dönemlerde, Amerikan karşıtı bir söylem kullanırlar. Doğrudur, Türkiye halkları ABD’ye hiçbir dönemde sempati beslememiş, ABD ile ilişkileri hep çıkarlar ve mecburiyetler zemininde anlamlandırmışlardır, dolayısıyla milli çıkarlar, ulusal onur vs. üzerinden ABD karşıtlığı yapmak genel olarak puan kazandırır. Fakat mevzu bundan ibaret değildir. Bunların yanında ve ötesinde, çelişkinin daha reel bir zemini mevcuttur. Düzeni ABD’nin gölgesine sığınmaya mecbur eden korku bir yandan da ABD karşıtı bir tepkiyi beslemektedir. Bu korku öylesine derindir ki, korkulandan korunmak için sığınılan gücün kendisi başka bir korkunun nesnesi olarak belirir. Dolayısıyla düzen korkudan ABD’ye yanaştıkça daha fazla korkmakta, daha fazla korktukça ABD’ye daha fazla yanaşmaktadır. Düzen sözcülerinin söylemlerinde ABD yanlılığıyla karşıtlığının at başı gitmesi temelinde bu derin ve çok yönlü korku vardır. Yani Türkiye kapitalizmi ikiyüzlü olmanın ötesinde ciddi bir şizofreninin pençesindedir. Psikanaliz yapmaya soyunup çocukluğa dönersek muhtemelen karşımıza her geçen gün toprak kaybeden, düvel-i muazzama’nın paylaşım planlarının birincil nesnesi haline gelen, dağılan bir imparatorluğun anısyla karşılaşırız. Bu acı mirasın taşıyıcısı olan aydın ve yönetici kuşağı ülke bütünlüğü ve güvenlik konusunda paranoya derecesinde takıntılıdır. Bu takıntı başka bir öznelliğin elinde, başka bir tarihsel-siyasal bağlamda başka sonuçlar üretebilirdi, Türkiye burjuvazisinin ve onun temsilcilerinin korkak, güçlü olanla uzlaşmayı şiar edinmiş cesaret ve güven yoksunu dış politika anlayışıyla birleşince derin bir şizofreni üretti. Osmanlı bürokratının düvel-i muazama karşısında duyduğu hayranlık, yaranmacılık, aşağılık duygusu, onur kırıklığı, korku ve öfkeden mürekkep hissiyatın benzeri bugünün siyasetçisinin ABD hakkındaki hislerine şaşırtıcı derecede benzer. Nasıl Osmanlı bürokratı hem gelişmek ve modernleşmek için batılı ülkelerle iyi geçinmeyi, onların himayesine girmeyi bir tür zorunluluk olarak görürken bir yandan da aynı ülkelerin Osmanlı üzerindeki sömürgeci-paylaşımcı emellerinden korku yorsa bugünün devieti de bir yandan uluslararası alanda ve bölgesel planda varlığını ABD ile yakın ilişkileri, ortaklığı üzerinden kurmaya çalışırken bir yandan Kürt meselesi başta olmak üzere ABD’nin girişimlerinin ulusal egemenlik ve ülke bütünlüğüne yönelik tehdit oluşturduğunu düşünmekte ve korkmaktadır. Ironik bir şekilde “memleketi ABD mi yönetiyor?” endişesi memleket yönetimini birçok vesile ile ABD’nin eline teslim edenlerdede mevcuttur.

Jeo-stratejik önemden stratejik ortaklığa

Türkiye’de düzenin ana unsulannın kategorik ve ilkesel bir Amerikan karşıtlığına sahip olmadığı, olamayacağı açıktır. Aksine zayıf ve korkak Türkiye kapitalizmi hep güçlü olanın gölgesine sığınma refleksiyle hareket etmiş; üçüncü yolcu, ulusal-kalkınmacı, baglantısız ülkelerin yaşam şansı bulduğu ve stratejik önem kazandığı savaş sonrası konjonktürde dahi daha bağımsızlıkçı bir dış politika izlemeyi aklının ucundan geçirmemiştir. 1980 sonrasında bağımsızlıkçı-ulusalcı devlet kapitlizmlerinin neo-liberal küreselleşme dalgasıyla tarihe karıştığı bir ortamdı herhangi bir azgelişmiş kapitalist ülkenin ABD etkisine direnmesi zaten imkansızlaştı. SSCB’nin çözülüşüyle birlikte meşhur jeo-stratejik önemini yitirme endişesi devletiyle burjuvazisiyle Türk egemenlerini ABD’ye iyice yanaşmaya sevketti. Düşman kalmayınca sınır askerinin de önemsizleşeceği korkusu ve yeni uluslararası ortamda yer edinme kaygısı, Türkiye’yi Ortadoğu ve Balkan coğrafyasında ABD’nin güçlü müttefiki olarak önemli ve değerli kılma yönünde bir projeksiyonu tetikledi. Bu kritik coğrafyada ABD’nin başlıca müttefiki olmak öncelikle jandarmalığı gerektiriyordu, Özal’ın Körfez Savaşı’nda yapmaya çalıştığı da buydu. Bugün bolca tekrarlanan “stratejik ortaklık” bu türden bir jandarmalığın tanımı olarak okunmalı, ABD’nin stratejik ortaklığın gereklerinin yerine getirilmediği yönündeki uyarıları Türkiye’nin jandarmalıkta titrek davranmasına yorulmalıdır.

Soğuk Savaş’in ardından ABD’nin yanında durabilmek, ortağı olabilmek için binbir takla atanların her sıkıştıklarında kullandıkları ABD karşıtı söylemin yukarıda bahsettiğimiz siyasal-tarihsel-psikolojik nedenlerinin yanı sıra taktiksel bir önemi var. ABD karşıtlığı bizat düzen tarafindan pazarlık payını arttırmak, hareket alanı yaratmak, karşı tarafı sıkıştırmak için kullanılmıştır. Ne yazık ki bıçkın delikanli kenar mahalleli kıza öyle naz çekecek kadar düşkün değildir. Hem rakip delikanlı (SSCB) saf dışı edildiğine göre kız nasılsa tıpış tıpış ona gelecektir. Son aylarda AKP hükümetinin kimi çıkışlarının (Felluce için katliam kelimesinin kullanılması, ABD büyükelçisi Edelman’a randevu verilmemesi, vs.) çiğ ve katıksız bir yaranmacılıkla nihayete ermesi manidardır. Bıçkın delikanlının kendinden yüz çevireceğinden korkan kenar mahalle dilberi nazlanmayı bırakmış, gururunu ayaklar altına alarak asıłmaya başlamıştır. Daha birkaç ay önce ABD Irak’ta katliam yapıIyor diyen başbakan bugün ABD gazetelerine “ABD dünyayla ilgilenmeye devam etmelidir” yollu demeçler vermekte, Suriye’ye dayılanmaktadır. Bu tablo aslında muhalefet olmanın rahatlığyla (belki bir de sonsuza kadar muhalefete kalacağının bilinciyle!) atıp tutan Deniz Baykal’a da ders olmaldır. Erdoğan tarafından ABD’ye anti-amerikancılık yaptığı gerekçesiyle şikayet edilen Baykal da pekala bilmektedir ki bu düzende ABD karşıtlığın sınırları vardır. Gün gelir büyük bi rader adama ettiği lafları bir güzel yedirir. ABD yönetiminin basiretsiz ve yeteneksiz bulduğu Baykal’a alternatif aradığı doğrudur, koltuğuna kara sevdayla bağlı olan Baykal’ın hırçınlığında açık ki bu gerçeğin de payı vardır. Ve belli ki toplumda yűzde 82’lere varan Amerikan karşıtı tepki Türk siyasetinden silinme tehlikesiyle karşı karşıya olan CHP’nin ağzını sulandırmaktadır. Fakat istediği kadar milliyetçi kesilsin, istediği kadar ulusal onur çığırtkanlığı yapsın CHP’nin bu tepkiden ekmek yemesi hem yapısal hem de fiili olarak mümkün görünmemektedir.

Sonda söylenecek belli; söz konusu ABD karşıtı tepkinin anti-emperyalist bir kuvvete çevrilebilmesi, söz konusu tepkinin düzenin soğurabileceği milliyetçi, şoven ve reaksiyoner ektilerden kurtarılıp, sınıfsal bir zeminde yeniden oluşturulması ile mümkūndür. Yani ABD karşıtı tepki düzenin sınırlarına sığmayacak biçimde siyasal ve ideolojik olarak radikalize edilmelidir. ABD hakkında atıp tutmak kolaydır fakat sınıfsal bir zeminde gelişen anti-emperyalist bilinç atıp tutmakta usta olan burjuva siyasetini ezip geçecek bir toplumsal potansiyele erişebilir.