Reading Gramsci with Lenin (with whom else one might ask)
Antonio Gramsci, Avrupa coğrafyasında, Marx, Engels ve Lenin’in ardından, hem Marksist düşünce hem de sosyalist hareket üzerinde en fazla etkiye sahip düşünürdür. Batı Marksizminin kurucu figürü, eğer Batı’nın bir Marksizmi varsa, onun en yetkin, en önemli temsilcisidir. Batı Marksizminin diğer figürlerinden farkı olarak bir politik önder, büyük bir siyasal kişiliktir. Belki de bu yüzden hâlâ hem teorik hem de siyasi etkisi diğer figürlerle karşılaştırılamayacak kadar güçlü ve yaygındır.
Gramsci’yi Batı Marksizminin diğer figürlerinden ayırt eden bir diğer özellik etkilediği kesimlerin çeşitliliğidir. Ortodoks Marksistlerden radikal demokratlara, Avrupa’daki geleneksel komünist partilerden steril ve prestijli akademik çevrelere kadar birbiriyle bağlantısız birçok kesim üzerinde siyaset kuramından kültürel çalışmalara, dil felsefesinden demokrasi tartışmalarına, ideoloji kavramından devlet teorisine birçok farklı alanda güçlü bir etkiye sahiptir Gramsci. Bu durum karşımıza ilginç bir tablo çıkarıyor, Lenin’in ve hatta Marx’ın adını duyunca yüzünü buruşturan, burun kıvıran sosyolog ve siyaset bilimi “guru”ları Gramsci deyince rahat bir nefes alıyorlar. Ömrü didişmekle geçmiş kişiler ya da akımlar Gramsci mevzu bahis olunca pek bir güzel anlaşabiliyorlar. Peki bu tablodan ne görmek gerekiyor? Eğer “ne güzel kardeşim, adam herkese kabul ettirmiş büyüklüğünü” demeyeceksek bu işte bir gariplik olduğunu düşüneceğiz.
Öncelikle, bambaşka toplumsal projelere ilham olabilen birinden bahsediyoruz. Liberal solcu bir arkadaşla sert bir tartışmanın ortasındayken Gramsci’nin ortamı yumuşatıverdiğini anımsıyorum. Hiçbir temel başlıkta anlaşamayan iki insan bir düşünürü önemsemek, sahiplenmek konusunda (Marx’ın uzlaştırıcı konumu bile sallantıdayken) nasıl anlaşır diye düşünülebilir. Önce şunu söylemek gerekir, bir şeyi önemsemekte anlaşmak onun içeriği konusunda anlaşmaktan farklıdır. Nitekim örneğimizdeki iki kişi iki farklı Gramsci görmekte fakat gördükleri şeyi sevmek konusunda anlaşmaktadırlar. Peki Gramsci’yi bu kadar geniş bir kitle tarafından sevilebilir kılan nedir?
Hapishane Defterleri’nin (ki otuz iki defterden oluşur) sansürün, izolasyonun baskısı altında, kötü yaşam koşulları ve sağlık sorunlarıyla boğuşularak yazılmış olmasının getirdiği bir karmaşıklıkla malul olması çok bilinen, çok tekrar edilen bir gerekçedir. Gerçekten de bugün bile defterlerin sırrı tam olarak çözülebilmiş değildir. Metinler arasında kopukluklar vardır, dil çoğu kez kapalı ve karmaşıktır, sansür nedeniyle birçok kavram telaffuz edilememektedir ve en önemlisi metin kavramsal tutarsızlıklarla bezelidir. Örneğin sivil toplum, devlet, hegemonya gibi temel kavramlar bile farklı yerlerde farklı içeriklerle kullanılmıştır. Bu durum Gramsci’nin defterleri basılmak üzere (ya da basılacak bir formatta) yazmamasıyla ilgilidir. Gramsci muhtemelen karalama halinde yazdığı yüzlerce metine bir daha dönüp bakmaya, kavramsal bir temizlik ve ortaklaştırmaya hiç vakit bulamamıştır. Dolayısıyla kavramların farklı içeriklerle kullanılması bir tür dikkatsizliğe, dağınıklığa ve kopukluğa işaret edebileceği gibi zaman içinde yaşanan içeriksel bir dönüşüme de (genç Gramsci/olgun Gramsci arasında bir epistemolojik kopuş var mıdır bilinmez ama!) işaret edebilir.
Her koşulda hapishanede ölmeseydi, ya da ölmeden önce yazdıklarını gözden geçirme şansı olsaydı muhtemelen şu anda bu kadar karmaşık bir teorik mirasla uğraşıyor olmazdık.
Katkının Niteliği
Batı Marksizminin kurucu figürü olarak Gramsci’nin eseri, bu geleneğe özgü kimi dert ve hassasiyetleri ve aynı zamanda kimi talihsizlikleri taşıyor. Öncelikle tüm bir gelenek gibi yenilgi ortamında doğuyor. Gramsci, 1919 yılından itibaren üreten bir aydın fakat asıl kuramsal katkısını oluşturan Hapishane Defterleri faşizmin iktidara geldiği bir İtalya’da, 1926 yılında tutuklanmasının ardından (esas olarak 1929-1935 yılları arasında) yazılıyor. Gramsci’nin burjuva iktidarının politik formları, hegemonya ve siyasal strateji problemi, sınıf-siyaset-örgüt-aydin-ideoloji-kültür ilişkileri üzerine ayrıntılı bir düşünme ve kavramsallaştırma çabasına girişmesi tam da bu yenilgiyle ilgilidir. Görece güçlü bir hareket olan İtalyan sosyalist hareketinin, fabrika konseyleri gibi özgün deneyleriyle birlikte ezilmesi ve faşizmin iktidarı, Gramsci’yi yeni bir sosyalist siyasetin kuramsal temellerini de oluşturarak inşa etmeye yöneltmiştir.
Burada kritik olan yenilginin bir siyasal sonuç olarak değil bir nesnel durum olarak kavranmasıdır. Yani Gramsci’nin kuramsal çabası yenilginin analizine değil sosyalist mücadele ve iktidarın olanaklarının yaratılmasına dönüktür. Dikkatli bir okuma Gramsci’nin kültür ve ideoloji analizleri dahil her satırının bir sosyalist siyaset ve stratejinin inşasına dönük olduğunu görecektir. Bu yönüyle Gramsci, Batı Marksizminin üzerinde serpildiği, üretimiyle daha da derinleştirdiği sosyalist mücadele ve Marksist düşünce arasındaki derin yarığın uzağındadır. Onun kuramsal eseri mücadele deneyinden doğmuştur ve mücadeleyi sürdürmeye, geliştirmeye, yeniden oluşturmaya yöneliktir. Gramsci’nin teorik eserinin somutun, ampirik-tarihsel malzemenin analizinden doğması onu Batı Marksizminin daha sonraki dönemde ürettiği tarihsel deneyime ve sınıf mücadelesine yaslanmayan, felsefi-kurgusal kavram ve temalardan ayırır. Tarihsel deneyimle kurduğu içsel bağ Gramsci’nin kuramsal katkısını özgün ve değerli kılmaktadır.
Batılılar manevra yapamaz mı?
1917 sonrası Avrupa’da yükselen devrimci dalganın bastırılması, Batı Avrupa coğrafyasında 20. yüzyıl boyunca katlanarak büyüyecek olan hayal kırıklığı ve yenilgi rüzgarının ilk esintisi olarak görülebilir. Ekim’in yarattığı muazzam heyecan ve bu heyecanın etkisiyle, gelişen kapitalizmin sonuna gelindiği fikri, 1919-1921 arası peş peşe bastırılan devrimci kalkışmaların ardından yerini hayal kırıklığına bırakır. Kapitalist sistemin hem ekonomik, hem siyasal hem de ideolojik olarak Marx ve Engels’in öngörülerinin ötesinde bir dayanıklılık, esneklik ve konsolidasyon gücüne haiz olduğu yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Gramsci’nin defterleri bu yeni tabloyu kuramsal düzeyde anlamlandırmaya dönük bir çaba olarak okunmalıdır. Bu çabanın odağında bu yeni dönemde Avrupa’da sosyalist mücadelenin nasıl verileceği sorusu vardır.
Gramsci’nin vardığı ilk sonuç Batı Avrupa’nın Rusya’dan daha kompleks bir toplumsal yapıya sahip olduğu, burjuvazinin siyasal iktidarın ideolojik, kültürel görünümlerinin yetkinleşmiş olduğu olmuştur. 1870’ten sonrasında Avrupa’nın sömürgeci yayılması bu coğrafyada hem devlet aygıtının hem de toplumsal yapının karmaşık ve kapsamlı hale gelmesine neden olmuştu. Sivil toplum doğuda henüz filiz halinde ve peltemsi iken Batı coğrafyasında gelişkin ve karmaşık bir yapı haline gelmiş, dolaysız ekonomik öğelerin tahrip edici saldırılarına karşı direnç kazanmıştır. Dolayısıyla devletin dolaysız hakimiyetinin belirlediği, doğu toplumlarında başarıya ulaşan mevzi savaşı, Batı Avrupa coğrafyasına uygun değildi. Cepheden ve kesintisiz tek bir saldırı öngören devrim stratejileri (Luxemburg’un genel grev ve Troçki’nin sürekli devrim teorilerinde olduğu gibi) burjuva iktidarının direnme kapasitesini hesaplamadıkları ölçüde yetersiz kalmaya mahkumdular. Batı’da daha uzun soluklu, sivil toplum içinde mevziler kazanmaya dayalı mevzi (ya da siper) savaşı uygulanmalıydı. Gramsci, sivil toplumun üstyapıları modern savaşın siper sistemlerine benzetiyor, stratejinin adı da buradan geliyordu. Gramsci yazılarında mevzi ve manevra savaşı karşılaştırmasını askeri örneklerle açıklar ve toplumsal yapı ve devlet aygıtının gelişkinliğinin artışıyla birlikte zamana yayılan bir stratejiyle sivil toplumda yerleşiklik ve güç kazanmanın önem kazanmasını askeri alanda gelişkinliğin artışıyla birlikte barış zamanında yapılan teknik hazırlık ve bakımların öneminin artmasına benzetir.
Mevzi savaşı soyutlaması ve sivil toplum içinde güç kazanma stratejisi bugün sol sivil toplumcu tezlerin temel kuramsal dayanaklarından biridir. Gramsci’den hareketle sivil toplumda kurulacak hegemonyanın devleti kuşatarak dönüştüreceği, bu yolla “adım adım” sosyalizme geçileceği savunuluyor. Avrupa komünizminin devlet aygıtının sınıfsal içeriğinden boşalması üzerine kurulan parlamentarist bir stratejiye uyarladığı bu tema, yeni solcu akımlarda yeni toplumsal hareketlerin önemi, sivil toplumun demokratik potansiyeli, vs. gibi vurgularla biçimlendi. Çoğu durumda adım adım ulaşılacak hedef bulanıklaştı, geriye bol bol sivil toplum ve demokrasi lafı kaldı.
Gramsci’nin izleyicisi olduklarını söyleyen Laclau ve Mouffe’un yazdıklarında kristalize olan “söylem”, sivil toplum içinde farklılaşan zeminlerde şekillenen, herhangi bir nihai sonu değil demokrasinin “radikal” bir realizasyonunu hedefleyen “sürekli” bir hegemonya mücadelesidir. Gramsci’nin rakı sohbetinde yediği meze sıkı Yeşilaycıların eline düşmüştür.
Peki Eurokomünizmden yeni sola her türlü reformist akımın ağzını açtığında Gramsci demesinin bir anlamı yok mudur? Vardır. Gramsci’nin 20. yüzyıl Avrupa’sını anlayabilmek için başvurduğu kavramsal çerçeve hem metodolojik hem de politik açıdan reformist yorumlara alan açmaktadır. Örneğin mevzi-manevra tartışması, Batı’nın farklılık argümanı üzerinden hem kaba bir oryantalizm üretmekte, hem de 20. yüzyıl boyunca Batı Avrupa’yı tutsak alan kimi zaman yaygın ve etkili ama her daim ürkek ve cesaretsiz sosyalist siyasete meşruiyet sağlamaktadır.
Farklılık yok mudur, vardır. Fakat bu derece karikatürize değildir. Aslen her toplumsal formasyonun birbirinden farklı, özgün olduğu unutulmamalıdır. Tabii ki her toplumda farklı tarihselliklerin ürünü olan farklı toplumsal ilişkiler söz konusudur. Üretim ilişkilerinin gelişkinlik düzeyi, bu ilişkiler zemininde gelişen sınıf mücadeleleri, devlet mekanizması, siyasal, kültürel ve ideolojik formlar, tüm bunların birbirleriyle etkileşim ve dolayımı, her toplumsal yapının zorunlu olarak özgün toplumsal ilişkilerin özgün bir tarihsel konfigürasyonu olarak algılanmasını gerektirir. Marksist kuram yaptığı soyutlamanın tüm bu özgün toplumsal yapıların somut formlarına, tarihsel evrim ve eğilimlerine dair kimi ilkesellikler saptayabildiği oranda evrenseldir. Bu ilkesellikler elbette her tarihsellikte, her toplumsal yapı bağlamında geliştirilmelidir, yeniden üretilmeli, ete kemiğe kavuşturulmalıdır. Siyasal strateji tam da bu yüzden değişmez, kesin bir şablon olarak algılanamaz. Her devrim kendi yolunu izler, bu yolu tarihsel-toplumsal bağlam ve devrimci öznellik belirler.
Fakat, birincisi toplumsal formasyonları doğu ve batı diye ayırmanın zorunlu sonucu tam da korunmaya çalışılan özgüllüklerin düzlenmesidir. Örneğin imparatorluk kökeninden gelen Türkiye’nin toplumsal formasyonunun Hindistan ve Çin’den çok Portekiz ve İspanya ile benzemesi muhtemeldir. Gramsci’nin memleketi Güney İtalya da muhtemelen Hollanda ya da İngiltere’den daha fazla, tarımsal ağırlıklı Orta ve Doğu Avrupa toplumlarına benzemektedir. Sivil toplumun gelişkinliği oldukça muğlak bir ifadedir. Bir toplumsal formasyonun gözlemlenmesi için detaylı bir analiz gerekir. Nasıl tanımlanacağı belirsiz olan sivil toplumun gelişkinliğinin tek analiz ölçütü olarak alındığında ortaya ucube bir yokluklar teorisi (theory of absences- onlarda var bizde yok!) ve bilindik demokrasi reçeteleri çıkmaktadır. Sivil toplumun bu haliyle hiç de demokrat bir öz taşımadığı gerçeği bir yana, söz konusu reçeteler tam da şikayet edilen kurgunun, şablonculuğun, mekanikliğin ve indirgemeciliğin manifestosu olarak görülmelidir.
İkinci bir nokta strateji ve kuram arasındaki geçişkenliktir. Örneğin siyasal iktidarın sivil toplumla kuşatılarak dönüştürülmesini bir mücadele stratejisi olarak benimseyecekseniz, Leninist olmayı bıraktım Marksistliğiniz tartışmalı hale gelir. Marx Marksistliğe Hegel’in devlet ve hukuk felsefesini eleştirerek adım atmıştır. Temel tespit devletin tam da sivil toplumun eşitsizlik ve çıkar çatışmasına dayalı parçalı ve atomistik yapısı üzerinde yükseldiği, bu yapı tarafından üretilip onu yeniden ürettiği için Hegel’in iddia ettiği gibi etik bir bütünlük olarak kavranamayacağıdır. Bir devrimci kopuşu sosyalist iktidarın kuruluşu için zorunlu kılan şey devletin sınıfsal karakteridir. Bu kopuşu gerçekleştirmek için devletle burjuva sivil toplum arasındaki karşılıklı ilişkiyi güçlendirmek değil, kırmak gerekir. Bu kırılmanın gerçekleşmesi için sivil toplumda (bu arada Gramsci’de sivil toplumun neye işaret ettiği tartışmasını yaygın olan Gramsci’nin sivil toplumu üstyapıya yerleştirdiği yorumundan farkı olarak, üstyapı ağırlıklı fakat altyapıdan da görünümler içeren ara bir alan olarak kurguladığı yorumuna yakın olduğumu belirterek es geçiyorum) güçlenmek önemlidir fakat içinde güçlenilen alanı dönüştürmek için o alanı aşan bir nitel sıçrama gerekir. Devlet iktidarı siyasal bir devrimle ele geçirilecek, sivil toplum diye adlandırılan toplumsal kurum ve ilişkiler bütünü üretim ilişkileri odak alınarak toplumsal bir devrimle dönüştürülecektir.
Gramsci’nin mevzi savaşı tezi ancak yapılacak “manevra” ile birlikte düşünüldüğünde anlam kazanır. Sivil toplumda (hadi biz ona temizinden toplum diyelim) güç kazanmak, yerleşikleşmek, kök salmak tabii gereklidir. Kriz dönemleri bir devrimci özneye hareket kabiliyeti ve zemini sağlar ama bu kabiliyetin ne ölçüde realize olacağını kriz öncesinde hem örgütsel hem de siyasal anlamda biriktirilen güç, deneyim ve yetenek belirler. Kök salmadan hareket ettiremezsiniz. Yani Gramsci’nin savaş öncesi hazırlık ve bakım benzetmesi yerindedir. Fakat mevzi kazanmak sonunda çarpışacaksanız anlamlıdır. Burjuva iktidarının gücünü paranoya haline getirip çarpışmadan kaçarsanız Fransa’nın, İtalya’nın komünistleri misali, yüzde 40’lara varan oy oranlarıyla uslu uslu oturursunuz. Belli ki Batılı komünistler zamanında mevzilenmekte değil manevra yapmakta eksik kalmışlar, zamanında yapılmayan manevranın cezasını tüm mevzilerini teker teker kaybederek çekmişlerdir.
Kanımca mevzi ve manevra stratejileri arasında statik bir karşıtlık yerine dinamik ve sıçramalı bir ilişkisellik kurgulamak daha yerinde olacaktır. Kuramsal çaba çoğu kez gözlemlerin keskinleştirilerek soyutlanmasına dayanır. Gramsci, Batı’nın kendi içindeki toplumsal-siyasal çeşitliliği gözlemleyebilmesine rağmen (bkz. Amerikancılık ve Fordizm üzerine yazdıkları) strateji tartışmasını doğu-batı karşıtlığı üzerine kurarak bir tür sadeleşmeye gitmiştir. Bu sadeleşme bir tür şablonculuğa, karikatürleşmeye alan açtığı ölçüde zararlı hale gelmiştir. Benzer biçimde mevzi savaşı, Gramsci’nin yazılarında devrimci momenti dışlamaz fakat yaptığı teorik ve siyasal argümanlar sosyalist devrimi gerçekçi (ve hatta istenir) bulmayan akımlar için ilham olabilmiştir.
Yöntemsel Çerçeve
Gramsci, sivil toplumcu bir gözle okunabildiği gibi Leninist bir gözle de okunabilir, ki bu okuma en büyük siyasal ve kuramsal ilhamını Ekim Devrimi’nden almış Gramsci’nin yazılarının ruhuna daha uygun bir okuma olacaktır. Örneğin hep bahsedilen altyapı-üstyapı ilişkisi sorunu konusunda Gramsci’nin klasik Marksist belirlenim ilişkisini tersine çevirdiğini ya da bu ilişkiyi kopardığını Bobbio gibileri tarafından söylenen ve popülerleşmiş bir iddiadır. Bence eleştirilmelidir.
Gramsci’nin üretim ilişkileri, birikim süreçleri gibi konuların analizine girmediği, dolayısıyla kuramsal modelinde altyapının statik ve verili bir konumda var olduğu doğrudur ve kanımca Gramsci’nin kuramsal modeline dair yapılan en kritik eleştiridir. Üretim ilişkileri adı üzerinde bir ilişkiler bütünüdür, tarihsel karakterli ve dinamiktir, statik bir yapı olarak değil ancak yapısallaşan bir süreç olarak ele alınabilir. Üstyapısal formların tarihselliği ve dinamizmi konusunda çok hassas olan Gramsci’nin üretim ilişkileri konusunda aynı hassasiyeti göstermediği açıktır. Bu eksiklik, üzerine titrenen üstyapısal formların analizi konusunda da sıkıntı yaratmaktadır.
Fakat bu gerçek, Gramsci’nin üstyapıların belirleyiciliğini savunduğunu göstermez. Gramsci ideoloji ve siyasetin varlık zemininin üretim ilişkileri (Gramsci’nin genel olarak kullandığı haliyle yapı – structure) olduğunu yazar, vurguladığı şey siyasal ve ideolojik formların üretim ilişkilerinin birebir yansıması olarak değerlendirilemeyeceğidir. Ekonomizm ve tarihsel materyalizmin mekanik yorumlarına karşı siyasetin her koşulda altyapısal kimi eğilimlerin yansıması olduğunu fakat bu eğilimlerin realize olmasının zorunlu olmadığını savunur. Bu anlamda tarih, hata olasılığını da içerir.
Gramsci’nin bu metodolojik yorumu temelde tarihte özne etkinliğine alan açan bir yorumdur. Marx’ın Fransa ve Almanya üzerine yazdıklarından ama en çok Lenin’den esinlenmiştir. Lenin’in ekonomizmle polemiği ve devrimci siyasete açtığı alan Gramsci için bir tür deniz feneridir.
Gramsci’nin Modern Prens ismiyle bir araya getirilen ve Hapishane Defterleri’nin önemli bir kısmını oluşturan yazılarında bunu görmek mümkündür. Gramsci tarihsel metoduyla özne etkinliğine alan açar ve bu alanı devrimci partinin iradesiyle doldurur.
Gramsci’nin devrimci partiyi, Machiavelli’nin hükümdarın siyasi iradesi üzerine yazdıklarından esinle ve partinin kolektif siyasal iradenin temsilcisi olmasına referansla, modern prens diye isimlendirmesi Gramsci sever sivil toplumcuların keyfini kaçıracaktır.
İdeoloji ve Hegemonya
Gramsci’nin analizinde ideolojinin kazandığı önem tam da özne etkinliğine acılan alanla ilgilidir. Mekanik ve ekonomist bir yorumda otomatik bir fonksiyona indirgenebilecek ideoloji, daha özneki bir tarih anlayışıyla birlikte hem toplumsal yapının analizi hem de sosyalist mücadelenin örgütlenmesi açısından önem kazanır. Gramsci’nin ideoloji analizi çoğu kez mekanik ve indirgemeci bir altyapı-üstyapı ilişkisi yorumuna dayanak gösterilen Ekonomi Politiğin (politik ekonomi diye çevrilmeli aslında) Eleştirisi’ne Katkı’nın önsözünün anti-ekonomist bir okumasına dayanır. Marx’ın ideolojik biçimleri insanların maddi çatışmaların farkına vardıkları ve onları sonuna kadar götürdükleri biçimler olarak tanımlaması Gramsci için bir dönüm noktasıdır. Gramsci bu cümleden hareketle ideolojik formları yanlış temsil ya da çarpıtmanın ötesinde tarihsel ve maddi gerçeklikler olarak tanımlamış ve burjuva iktidarının kurduğu hegemonyanın gözlemlenmesinde ideolojiye önemli bir rol biçmiştir. İdeolojinin bir mücadele alanı olarak tanımlanması, Lenin esinli olmakla birlikte Gramsci’nin katkısı sayılabilir.
Anderson’un da dediği gibi, muhtemelen sol literatürde en fazla kullanılan terimlerin başında gelen hegemonya, ideolojik mücadele üzerinden ruh ve anlam kazanır. Hegemonya, egemen sınıfın ekonomik ve siyasal bir egemenliğin ötesinde kültürel, ahlaki ve ideolojik bir liderlik yoluyla ve kendi iktidarının niteliğini zedelemeyecek düzeyde, kısa vadeli ekonomik çıkarlarını dar sınırlarını aşıp tabii sınıfların çıkarlarının da egemen projeye eklenmesiyle üretilen rıza dolayımıyla kurulan siyasal iktidar olarak tanımlanabilir.
Gramsci’nin zihninde sosyalist mücadelenin ekonomik ve siyasal mücadelenin ideolojik ve kültürel mücadeleyle bütünleştirilmesi üzerinden bir karşı-hegemonya mücadelesi olarak örgütlenmesi vardır. Bu karşı-hegemonik mücadelenin öznesi devrimci parti ve onun organik aydınları olacaktır. Yukarıda mevzi-manevra tartışması için yazılanları akılda tutmak kaydıyla sosyalist mücadeleyi bir hegemonya mücadelesi olarak adlandırmakta bir sakınca yok, hatta bir bütünlüğe işaret ettiği ölçüde fayda var, bütünlüklü bir hegemonyanın ancak sosyalist iktidarın kurulmasının ardından kurulabileceğini bilerek.
Marx ve Lenin’in Işığında Gramsci
Son olarak, Gramsci’nin yazılarının karmaşık yapısının ve içerdiği gelişkilerin farklı yorumlara zemin sağladığını daha önce yazdık. Sol literatürde onlarca, belki yüzlerce Gramsci yorumu bulmak mümkün, en bilinenleri Anderson, Carnoy, Hall-Lumney-McLennan, Bobbio, Textier, Buci-Glucksmann ve Mouffe gibi akademik figürler tarafından yazılanlar. İçlerinde kabul edip geliştireceğimiz, şiddetle reddedeceğimiz yorumlar var, burada bahsetmek mümkün değil. Fakat Bobbio’nun yaptığı gibi mekanik yorumlara karşı Gramsci’yi Marksizm-Leninizm ışığında yeniden okumak gerektiği söylenmeli.
Statik sivil toplum-devlet ayrımlarına karşı Gramsci’nin bu ayrımın organik değil metodolojik bir ayrım olduğunu yazdığını, devleti politik toplumla sivil toplumun bir toplamı olarak tarif ettiğini anımsamak; hegemonyanın sivil toplumla ve rızayla, diktatörlüğünse zor ve devlet aygıtıyla özdeşleştirilmesine karşı yine Gramsci’nin yazılarında hegemonyanın rıza kadar zora (ama salt zora değil) dayandığını, devletin egemen sınıfın hegemonyasının önemli bir aracı olduğunu bilmek; altyapı ve üstyapının birbirinden bağlantısızlaştırıldığı yorumlara karşı tarihsel blok tanımını hatırlamak gerekiyor.
Gramsci’yi sivil toplumcu-demokrat eğilimlerin değil Marksist-Leninist bir hattın ışığında okumak onu farklı okumak anlamına gelmeyecektir. Aksine bugün hakim olan Gramsci okumasının ruhu Gramsci’nin ruhundan (hem de çok) farklıdır. On yıllardır Gramsci’nin katkısını üzerine bina ettiği zemin altından çekilmektedir. O zemin Marksizm-Leninizmdir. Gramsci’nin kuramsal analizi ve kavramsallaştırmaları sosyalist iktidarı hedefleyen bir mücadele ekseninde okunursa yeniden anlam kazanacaktır.
Bugün sosyalist mücadele verenler için yalnızca ideolojik mücadele, hegemonya, organik entelektüel kavramlar değil Gramsci’nin popüler kültür, folklor ve ortak duyu üzerine yazdıkları da değerlidir. Örneğin yurtseverlik temasını popüler kültür, ortak duyu ve ideolojik mücadele bağlamlarında düşünmek ufuk açıcı olacaktır. Tabii bu uzunlukta bir yazının ardından, bu konuda ufkumuzun bu yazıda açılamayacak olduğu da aşikardır.