Gramsci’nin gözleriyle Ekim’e bakmak
Birkaç ay evvel dergimizin sayfaları küçük çaplı bir Gramsci dosyasına ev sahipliği yapmıştı. Büyük İtalyan devrimci Antonio Gramsci bu kez Ekim Devrimi bağlamında konuk oluyor dergimize. Dolayısıyla bu yazıda söz konusu dosyada kısaca da olsa değindiğimiz Gramsci düşüncesinin ana hatlarının bir değerlendirmesini yapmayı hedeflemiyoruz. Bu yazının amacı Gramsci’nin Ekim Devrimi’ni nasıl kavradığını, 1917’nin Gramsci’nin düşüncesinde ne gibi izler bıraktığını anlamaya çalışmak.
Ekim Devrimi, Lukács, Korsch ve diğerlerinin tümünün kuramsal yaşamında muazzam etkisiyle yirmili yaşlarında ya da otuzlarının hemen başında yüz yüze gelen bu kuşak, devrim öncesinden getirdikleri siyasal ve kuramsal temaları Leninist bir çerçevede yeniden yorumlayarak düşünce sistemlerinin temellerini oluşturmuşlardır. Üniversite yıllarında dilbilimi ile ilgilenen ve İtalyan idealist filozofu Croce’den etkilenen Gramsci’nin zihninde radikal ve halkçı bir siyaset tarzının zorunluluğu, ekonomizmin çıkmazları, kültür ve ideolojinin sosyalist siyaset açısından taşıdığı önem gibi temalar devrim öncesinde oluşmuştu; Ekim Devrimi Gramsci’ye tüm bu temaları anlamlı bir bütün haline getirmek için gereksindiği ana çerçeveyi sundu. Bu çerçevenin ana unsuru ise devrimci irade idi.
Nesnelciliğe karşı iradecilik, ekonomizme karşı siyaset…
Gramsci, Ekim Devrimi’ni sadece kapitalizme değil aynı zamanda sosyalist hareket içinde yaygınlaşan reformist ve ekonomist eğilimlere karşı da kazanılmış büyük bir zafer olarak görür ve coşkuyla karşılar. 1917’nin Aralık ayında dönemin İtalyan Sosyalist Partisi’nin yayın organı olan Avanti’de yayımlanan “Kapital’e Karşı Devrim” makalesi bu coşkuyu yansıtır. Gramsci bu makalede Ekim Devrimi’ni Kapital’de betimlenen üretici güçlerin gelişiminin izlenmesi gereken zorunlu hattın dışına yapılmış bir müdahale olarak değerlendirir. Rusya’da olaylar önceden belirlenmiş bir şemayı takip etmeyip, o şemanın parçalanmasıdır. Bolşevikler burjuvazinin gelişmesini, kapitalizmin yerleşmesini, batı tipinde bir demokrasi ve medeniyetin ortaya çıkmasını beklemek yerine savaş koşullarının hızla oluşturduğu konjonktürün üzerine atlayarak iktidarı ele geçirmişlerdir. Gramsci’ye göre Bolşevikler Marx’ın yazılarını katı ve sorgulanamaz buyruklar olarak algılamamış, Marksist düşünceyi canlı tutmuşlardır. Marx öngörülebilir olanı öngörmüştür, savaş ve sonrasında…
Oluşturduğu kriz koşullarının öngöremediği ölçüde devrimci kalkışma ile kapitalizmin gelişkinlik derecesi arasında bir doğru orantı kurabilmiştir. Fakat, eğer Marx’ın bize bıraktığı en büyük kuramsal miras, tarihin belirleyici öznesinin toplumsal ilişkiler (insanlar arasında kurulan ilişkiler anlamında) ve sınıf mücadeleleri olduğu ise, Marksist ilkeler farklı tarihsel-toplumsal koşullarda devrimci bir perspektifle yeniden yorumlanabilir. Gramsci’nin “Marksist düşünceyi yaşamak” diye kodladığı tam da budur. Bir üretim biçiminin analizinin o biçimin en gelişkin olduğu tarihsel form üzerinden yapılması gerekir. Marx Kapital’de bunu yapmış ve gelişkin kapitalist toplumlarda kapitalizme içkin olan çelişkilerin yoğunlaştığını gözlemlemiştir. Yoğunlaşan çelişkilerin proleter devrimin yolunu açacağı tespiti de bu gözlemin bir parçasıdır. Akademik sosyoloji bu gözlemden yola çıkarak Marx’ı teleoloji ile eleştirmektedir. Oysa Marx’ın kuramsal mirasını titiz bir gözle inceleyenler, mekanik değil dinamik bir tarih anlayışına sahip olduğunu, tarihin statik bir tekdüzelikle değil sıçrama ve kopuşlarla ilerlediğinin farkında olduklarını göreceklerdir. İlerlemeci bir tarih anlayışına sahip olmak bu anlamda teleolojik ve determinist olmakla aynı şey değildir. Gramsci, Marx’a determinist bir tarih anlayışı atfederek haksızlık etmektedir. Diğer yandan Rusya’da kapitalizmin gelişimini göz ardı ettiği ve Bolşeviklerin nesnel koşulların üzerinde yükselmekle birlikte onu zorlayan ve şekillendiren devrimci iradesini “nesnelliğe rağmen” işliyor gibi göstererek iradeciliğe gereğinden fazla çubuk büktüğü söylenebilir. Ama en iyi bizim geleneğimizin bildiği gibi, çubuk bükmek bazen kaçınılmaz olur! Gramsci, II. Enternasyonal’in mekanik-determinist tarih anlayışına ve beraberinde gelen reformizme karşı Ekim Devrimi’nin devrimci irade vurgusuna heyecanla sarılmıştır. Gramsci’ye göre savaş, gelişkin kapitalizm koşullarında ortaya çıkan sınıf dayanışması, örgütlenme gibi sınıfsal pratiklerden mahrum olan Rus proletaryasına bir araya gelme, ortaklaşma ve birlikte hareket edebilme olanağı sağlamıştır. Ayrıca savaşın yarattığı kriz koşulları Rus halkının kendi güçlerinin farkına
varmasında, kendi kaderlerini tayin etme yönünde bir irade geliştirmesinde katalizör görevi görmüştür. Bu iradeyi devrimci bir irade olarak şekillendiren ve güçlü bir silaha dönüştüren ise sosyalist propagandadır. Bolşevikler kapitalizmin gelişip olgunlaşmasını beklemek yerine kriz…
konjonktürünün sunduğu devrimci olanağı değerlendirerek proleter devrime öncülük etmişlerdir. Gramsci’ye göre Ekim Devrimi, siyasal değişimlerin sosyo-ekonomik koşullara indirgenemeyeceğine işaret eder. Gramsci’nin deyimiyle öncül (ekonomik yapı) ve sonuç (siyasi oluşum) arasındaki ilişki basit ve direkt değil, kompleks ve dolaylı biçimlerde kurulur. Siyasal etkinlik nesnel koşullardan bağımsız bir biçimde işlemez fakat nesneliğin zorunlu sonucu olarak da görülemez. Sosyo-ekonomik nesnellik siyasal değişimlerin mümkün olabilmesinin zeminini yaratır; fakat bu zemin üzerinde şekillenecek olanı siyasal mücadele ve devrimci eylem belirler. Gramsci, Bolşeviklerin gösterdiği devrimci iradeyi tarihin belirli bir konumda olmasını beklemek yerine onu inşa etmeye girişmek olarak görür ve alkışlar. Ona göre Bolşevikler, İngiltere’nin geçirdiği tarihsel gelişim evrelerinden bir bir geçmeyi beklemek yerine kendi tarihlerini yapmaya cüret etmişlerdir. Bu tarih, tarihin ulaştığı en ileri düzeyden devam etmeyi hak etmiştir. Dolayısıyla Rus devrimcileri, Marx’ın kolektif bir düzenin kurulması için zorunlu gördüğü ekonomik gelişkinlik düzeyini, kendi elleriyle hem de kapitalizmden çok daha hızlı bir biçimde yaratacaklardır (Sovyetler Birliği’nin kısa bir sürede ulaştığı muazzam gelişkinlik düzeyi düşünülürse bu son derece isabetli bir öngörü sayılabilir). Bu değerlendirmeler, Gramsci’nin tarih anlayışına dair de çok önemli ipuçları vermektedir. Gramsci eserlerinin tümünde tarihselciliği determinizmden ayırmak için çaba göstermiştir. Ona göre tarih, önceden belirlenmiş bir hat üzerinde, sabit ve öngörülebilir aşamalardan ibaret bir süreçten, bir matematiksel hesaptan ibaret değildir. Bu anlamda tarih, sonucu belli bir süreç olarak görülemez; tarihsel ilerlemenin taşıdığı birtakım eğilim ve yönelimlerin reel olup olmadığını insan etkinliği belirler. Dolayısıyla, insan etkinliğinden bağımsız olarak tarihin yasalarından bahsetmek mümkün değildir; tersine, söz konusu yasallıklar tam da insan etkinliği dolayımıyla şekillenir; insanların acıları, sevinçleri, arzuları, alelade ve iradeleriyle yoğrularak varlık kazanır. Determinist ve teleolojik bir algı, bu anlamda, insan etkinliğini, tarihte öznenin ve öznel iradenin rolünü hiçe saymaktadır. Gramsci’nin deyişiyle “toprağa bir meşe palamudu dikerseniz, bir süre sonra o bir meşe ağacına sahip olacaktır.” İnsanlar meşe palamudunu diktiği gibi, Gramsci Ekim Devrimi sonrası yaşanan iç savaş koşullarında, Lenin’i suçlayanların sosyalist ya da devrimci değil, ütopyacı ve sorumsuz olmakla tarihsel materyalist değil, Katolik olduklarını söylemiştir. Tarihi önceden belirli bir planlar dizgesi olarak alıp sosyalist doktrini gökten indirilmiş bir modern prens silsilesi olarak algıladıkları ölçüde sosyalist olmaktan daha çok Katolik olmaya layıktırlar. Rusya deneyimi, reformistlerin Katolik sosyalizm inancını parçalamış, devrimci mücadelenin önceden belirlenmiş planları altüst edebileceğini göstermiştir.
Modern Prens
Ekim Devrimi, Gramsci için siyasal alanın önemini, nesnelliğin cenderesinin kırılabilir olduğunu ve devrimci öznenin rolünü sembolize eden çerçevenin kritik unsurlarındandır. Üçüncü tema da bu çerçeve üzerinde durur; ilk iki tema zaten Gramsci’nin kurduğu kuramsal-metodolojik temellerinden anlam kazanır. Madem tarih kapalı ve önceden belirlenmiş bir sistem değildir, madem özne etkinliği tarihe yön vermeye muktedirdir, o halde tarihte öznenin rolü, insanların-toplumların tarihi değiştirmek üzere nasıl örgütlenip harekete geçecekleri kritik bir önem taşır: Devrimci parti. Tarihin özne etkinliğine dayalı olan devrimci partinin iradesiyle doldurulacaktır. Gramsci, devrimci partiyi Machiavelli’nin 15. yüzyılda siyasetin ilkeleri ve umdeleri üzerine yazılmış ölümsüz eseri Prens’e referansla “Modern Prens” olarak adlandırır. “Modern Prens, mitos-prens, gerçek bir kişi, somut bir birey olmaz; yalnızca bir organizma; eylemde kendini kısmen ispatlayan ve tanınıp kabul gören kolektif bir iradenin, içinde artık somutlaşmaya başladığı karmaşık bir toplumun bir öğesi olabilir. Bu organizma tarihsel gelişim tarafından belirlenmiş olup siyasal partinin ta kendisidir: (siyasal parti), kolektif siyasi iradenin evrensel ve topyekün olmaya eğilim gösteren filizlerinin bir araya geldiği ilk hücredir.” Bu analojinin özünde Machiavelli’nin lanetlenmek pahasına hükümdarın iradesine biçtiği meşruiyetin devrimci partinin iradesine aktarılması vardır. Parti iradesi ve öznelliği, tam da sınıfın kolektif iradesini temsil ettiği ölçüde meşrudur; kendi dışındaki tüm unsurları nesnelliğin bir parçası, müdahale edilecek ve dönüştürülecek bir olgu olarak görebilmesinin zemininde bu meşru irade vardır. Gramsci, Modern Prens’i entelektüel ve moral bir reformun ilan edicisi ve örgütleyicisi olarak tanımlar. Entelektüel ve moral reform, ekonomik ve toplumsal bir dönüşüm gerçekleşmediği sürece realize olamayacağı için bu iki boyut birbiriyle ilişki içinde kavranmalıdır. Gramsci’nin deyişiyle ekonomik reform programı, entelektüel ve moral reformun kendisini gösterdiği somut bir kalıptır. Kapitalizm de bağımsız, tarafsız gibi görünen birçok yapı ve kurum belli çıkarların sözcülüğünü yapmak anlamında birer “parti” gibi çalışır. Devrimci parti ise kendi siyasal kimliğini gizlemez, entelektüel, moral ve kültürel işlevlerini açıkça ortaya koyar ve bu doğrultuda propaganda yapar. Parti özgürlükten yana tavrını açık etmek anlamında dolaysız bir niteliğe sahiptir. Bu modelde Gramsci, birçok Marksist düşünürün yaptığı gibi partiyi sınıfın dışında ve üzerinde bir unsur olarak düşünmediği ölçüde partinin irade ve otoritesini sınırlamak, partiyle sınıf arasında denge oluşturmak, sınıfın iradesinin parti tarafından ezilmesinin önüne geçmek vs. gibi sebeplerle güvenlik sübapları oluşturmaya detaylı mekanizmalar üretmeye çalışmaz. Gramsci’nin modelinde parti ile sınıf arasındaki bağ organik aydınların temsil ettiği siyasal ve ideolojik üretim dolayımıyla kurulan doğal bir bağdır. Gramsci’nin eserlerinde partinin bir kolektif aydınlar örgütü olarak kavranması karikatürize olmakla eleştirilebilir, fakat Gramsci organik aydınları sınıftan bağımsız ve onun üstünde bir katman, bir kast olarak görmez. Gramsci’nin Bolşevik Parti üzerine yazdıklarında söylediği gibi, devrimci parti bir kast değil, sürekli bir gelişim halinde olan canlı bir organizmadır. Devrimci partinin varoluşunun sebebi sınıfı, toplumu, tüm göstergeleri ve kurumsallıklarıyla birlikte ortadan kaldırmaktır; dolayısıyla parti işin olgunlaşma, mükemmellik ya da tamlık momenti yok olma anına denk düşer. Yani devrimci parti var olduğu sürece sürekli bir gelişim içinde olacaktır. Bu gelişim aynı zamanda Rus halkının bilincinin gelişimini, sosyal sorumluluk ve kendi kaderlerine sahip çıkma hissinin gelişimini ifade eder. Güç ve bilinç parti kanalıyla topluma akmaktadır. Toplum hiçbir dönemde tarih sahnesine 1917’de Rusya’da olduğu kadar güçlü bir biçimde çıkmamıştır. Bu anlamda Ekim Devrimi, sadece Rusya’nın değil, dünya tarihinin de en önemli olaylarından biridir. Bu anlamda Ekim Devrimi, insanlığının özgürlük mücadelesinin zafer momentidir.
Peki siyasetin önemine, devrimci özne iradesine bu derece şubuk büken bir düşünür olarak Gramsci’nin bugün sivil toplumcu bir siyaset alerisine sırtını yasladığı figürlerden biri olması bir gelişkiye işaret etmez mi? Gramsci’nin Ekim’in sembolize ettiği devrimci iradeyi ve bu iradenin kuramsal biçimi olan leninizmi sahiplenmeyi hayatı boyunca sürdürdüğünü düşünürsek, eder. Fakat bu gelişki bizzat Gramsci’nin teorik eserine ayaklarını basarak yükselmektedir. Gramsci, 1919-1921 arasında Avrupa’da sosyalist hareketin ardı ardına aldığı yenilgilerin ardından Ekim Devrimi derslerinin evrenselliğine halel getiren mevzi savaşı stratejisini formüle etmiştir. Bugün sivil toplumcu çevrenin Gramsci’yi iştahla sahiplenmesinin temelinde (Gramsci’nin çizdiği yöntemsel çerçevedeki boşluklara da yaslanan) sivil toplum içinde mevziler kazanarak siyasal iktidarı kuşatmaya dayalı mevzi savaşı tezi yatıyor. Gramsci’nin Batı Avrupa koşullarına uygun bir devrimci strateji üretme amacıyla formüle ettiği bu tez, bugün iktidar perspektifi ile yürütülen siyasal mücadeleyi tu kaka etmenin kuramsal dayanaklarından birini oluşturuyor. Esas olarak, batılı bir marksistin kendi ülkesinin tarihsel-toplumsal koşullarına uygun bir strateji formüle etmeye çalışmasında şaşılacak bir yan bulunmuyor. Rusya’da yaşanan sürecin başka bir toplumda aynı şekilde tekrarlanmasının olası olmadığını görebilmek için de alim olmak gerekmiyor. Bu anlamda sorun Gramsci’nin içinde yaşadığı toplumsal koşul ve ilişkilerin Rusya’dan farklı olduğunu tespit etmesinde ve kendi devriminin yolunu aramasında değil, yaptığı tespitten genel geçer bir kuram çıkarmaya çalışmasında; karikatürize edilmeye, kabalaştırılmaya çok açık bir doğu-batı ikiliği türetmesinde düğümleniyor. Gramsci 1919-21 arasında yerleştikçe ölçüde güç, dayanıklılık ve esneklik kazandığını gösteren kapitalist sistemin bir dizi silahlı hücum yoluyla yıkılabileceği tezini (Viyana merkezli Kommunismus dergisi çevresi tarafından geliştirilen Teilaktion-kısmi eylemler tezi) eleştirmekte haklıdır. Gramsci’nin ideolojik ve kültürel mücadeleyi önemseyen, toplumda güç ve yerleşiklik kazanmaya dayanan mücadele tasavvuru Komintern’in Üçüncü Kongresi’nde belirginleşmeye başlayan Birleşik Cephe tezlerinin de izlerini taşır.
Ekim Devrimi’nin en önemli derslerinden biri budur. Gramsci, tüm Batılı toplumlardaki sosyalist mücadele pratiklerini (kendi içinde Batı diye bir şey tarif edilemeyeceğini, Batılı toplumlar diye kodladığımız alanın farklı tarihsel-toplumsal formasyonlardan oluştuğunu bir yana bırakıyorum) mevzi savaşı stratejisinin kesin sınırları içinde hapsettiği ölçüde mücadelenin gereksindiği dinamik özelliği sakatlamış olur. Ayrıca Gramsci’nin saldırı karşısında mevzilenmeye sırtını büken ihtiyacı, kazanılacak mevzilerin nihayetinde bir çarpışmaya dönük bir hazırlık olduğu gerçeğinin üzerinin örtülmesine yol açar. Troçki’nin son derece özlü bir şekilde ifade ettiği gibi: “Müdafaa ile hücum harpte değişken unsurlar olarak yer alır. Hücum olmadan zafer olmaz. Ama zafer, ilk hücum edenin değil, gerektiği zaman hücum edenin olur”. Bu anlamda mevzi ve manevra, yerleşikleşmek ve saldırmak birlikte düşünülmeli, herhangi birisi sabit ve mutlak bir ilke olarak fetişleştirilmemelidir. Anderson’un altını çizdiği gibi bir marksist stratejide manevra savaşı ile mevzi savaşının karşı uçlara koyulması reformizm ile maceracılık arasında tercihe varır.
Sonuç yerine
Gramsci’nin 20. yüzyılın en önemli ve etkili Marksist düşünürlerinden biri olduğu su götürmez. Siyasal gözlemleme yöntemi, hegemonya, ortak duyu ve tarihsel blok gibi kavramsallaştırmalar hâlâ birçok analizin başlangıç noktasını oluşturuyor; devlet-sivil toplum ilişkisi, devrim stratejisi, aydınlar, parti, ideoloji, dil ve popüler kültür üzerine yazdıkları Marksist literatürün değerli ve zengin örnekleri olarak kabul ediliyor. Gramsci’nin değeri, geliştirdiği kuramsal çerçevenin içsel tutarlılığı ve derinliğinden çok (kıstas bu olsaydı hep beraber Hegelci olmamız gerekirdi!) pratikle kurduğu güçlü bağa yaslanan çözümleme gücü ve zenginliğinden geliyor. Somutla kurduğu güçlü bağlar ve soyutlama çabasının itici gücü olan devrimci perspektif Gramsci’nin çözümlemelerini birçok noktada bugün bile ön açıcı kılıyor.
Gramsci, mekanik Marksizm yorumlarına gençliğinden beri alerji duyan ve devrimin pratiğin içinde yoğrulan bir figür olarak Ekim Devrimini kimi noktalarda en iyi kavrayan ve soyutlayan düşünürlerden biri oldu. 1917’nin, Marksizmin II. Enternasyonal’in reformist memurlarının elinde determinist bir tarih anlayışına indirgenmesine karşı verilebilecek en etkili ve görkemli cevap olduğunun farkındaydı. Ekim Devrimi, her şeyden önce, devrimci eylemin nesnelliğe hapsolmak yerine onu zorlamaya, şekillendirmeye ve nihayetinde dönüştürmeye muktedir olduğunu gösteriyordu.
Gramsci, Ekim Devrimi değerlendirmelerinde kimi zaman devrimci iradenin rolünü Marksist teorinin sınırlarını zorlayacak kadar uğraştırdı. Öyle ki kimi yazılarında devrimci mücadeleyi tarihin zincirlerini kıran bir özgürlük mücadelesi olarak tarif ediyor. Bu tür bir düşünüş tarzı, Marksizme içkin olan yapı-özne geriliminin fazlasıyla abartılmasını imliyor. Kanımca bu abartılı yorumun ardında, Gramsci’nin yapı ve özneyi birbirinden bağımsız, statik ve kapalı varoluşlar olarak algılaması yatıyor.
Bu algı, Gramsci’nin öznenin tarihin mantığına ya da nesnelliğe rağmen eyleyebileceğini düşünmesine yol açmış, tarih ve özne etkinliğinin birbirine karşıt, birbiriyle savaş halinde iki unsur gibi tasavvur edilebilmesine yol vermiştir. Oysa yapı ve özne birbirinden bağımsız bir biçimde değil, karşılıklı ilişki içinde işler, birbirini biçimlendirir, dönüştürür, kurar ve yıkar. Yapı diye kodladığımız şey, yapısallaşmış süreçler ve toplumsal ilişkiler bütünü olarak görülebileceği ölçüde, yapı ve özne birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılamazlar. Altını çizdiğimiz boşluklara rağmen Gramsci, Ekim Devrimi’ne baktığında tam da görülmesi gerekeni, siyasal ve ideolojik mücadelenin, devrimci iradenin, sosyalist örgütlenmenin ve partinin önemini gördü. Birçokları gibi tedirgin olmak, korkmak ya da saldırmak yerine coşku ve heyecan duydu ve bu heyecana Mussolini’nin zindanlarında kısa hayatına veda edene kadar sahip çıktı. Gramsci’nin bu devrimci heyecanı ve özne iradesine biçtiği öncelik, onu mevzi savaşı gibi stratejiler ürettiğinde bile Kautsky tarzı bir reformizm ve parlamentarizmden uzak tuttu. Gramsci’yi 2005 yılında soL dergisinin sayfalarında Ekim Devrimi ile yan yana getiren de, her şeyden önce, bu heyecandır.